"Kendine Tutunma Sanatı"

Orhan Çetinbilek

Bu söyleşiyi ne zamandır yapmak istiyordum. Bundan çok önce planlamıştım. Orhan Bey de beni kırmayıp kabul etmişti. Ancak yaşam yoğun, günler akıp gidiyor derken planların arasına hayat gailesi giriveriyor bazen.  

Efendim, sizin aklınıza Afrotürk deyince ne gelir bilmiyorum ama benim aklıma Tanzimat romanı düşer mesela. Osmanlı gelir, Osmanlı sarayları gelir, tozlu tarih sayfaları ve tarlalar gelir. Kafamda bir sürü görüntü oluşur… Afrotürk… Bu sözcükte tonla hayat hikâyesi saklı…

Kendi kendime, neler yaşandı, kim bilir, diye sorarım. Onlardan biriyle tanıştığımı da düşlerdim zaman zaman. Bir roman okumaya benzerdi tanışmış olma fikri.

Ve, evet, şimdi romancı, hukukçu, Afrotürk Orhan Çetinbilek’in sorularımı yanıtlayacak olması kendimi şanslı hissettiriyor.

***

Merve Dağköylüoğlu: Orhan Bey, merhaba. Nasılsınız? Korona zamanları nasıl geçiyor?

Orhan Çetinbilek: Teşekkür ederim iyiyim. Adliyelerde olmak, duruşmalara girmek zorunda olmak pek sevimli değil bu aralar. Neyse ki yakın zamanda duruşmaların önemli bir kısmı internet üzerinden yapılacak.

M.D.: Bize kendinizden bahseder misiniz? Kendinizle birlikte Afrotürklerden? 

Orhan Çetinbilek: Bilinen en yakın tarihle 1800’lerde Sudan’dan göçmüş, sonraki tüm hayatları İzmir’de geçmiş bir Afrotürk ailenin 1963 doğumlu üyesiyim. Sülalenin diğer tüm üyeleri gibi İzmir’de doğdum; İzmir’de okudum, halen avukatlık ve yazarlık yapıyorum.

M. D.: Türkiye’ye geliş (ya da getiriliş mi demeliyim) hikâyenizi büyüklerinizden dinlediğiniz olur muydu?

Orhan Çetinbilek: Elbette. Fırsat buldukça yaşlıları konuştururduk ya da onlar hikâyelerini anlatırlardı.

M.D.:  Büyükler demişken, eskiler ne güzel anlatır yaşadıklarını, film gibi hikâyelerini. Bizimle paylaşır mısınız varsa hatırladıklarınız onların hayatlarına dair?

Orhan Çetinbilek: Anneannemin en eski ataları Sudan’da Kadılık ve Süvari Subaylığı yapmaktaymışlar. Onların çocukları 1800’lerde İzmir’e gelmişler. Müslüman mahallesinde Türklerle birlikte yaşamışlar, Kurtuluş Savaşı’na birlikte katılmışlar. Sonrasında mülk sahibi olmuşlar, çocuklarını, torunlarını okutmaya çalışmışlar.

M.D.: Biraz kölelikten bahsetmek istiyorum. Doğrusu bu kelimeyi kullanamazdım. Afrotürk Kültür Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği’nin açıklamalarında kullanılmış olmasından cesaret alıyorum. Bu sözcüğü ağzıma alamazdım, çünkü tarihin onursuz tarafı olarak görüyorum. Yüzleşmek gerek. İnsanlık tarihinde ne yazık ki kölelik bir müessese olarak bulunmuş. Bugün de hâlâ var! Gerek insan gerekse de hayvan köleliği! Bu gerçek, “insanlık” mefhumuna olan güveninizi sarsar mı? Benim çok defa sarsıyor ve “insanlık” denen şeyin bir avuç iyi insanın hayali olduğunu düşünüyorum.

Orhan Çetinbilek: Kölelik, insanoğlunun henüz bir uygarlık kuramamış olduğunun en açık göstergesi. Sadece savaş köleliği, köle ticareti değil, modern kölelik için de bu geçerli. Köleci Mezopotamya, Mısır, Yunan, Roma ve Modern Batı, bir uygarlık değil, sonuncusu öncekinden ileri, gelişmiş barbarlıklardır. Ulaştıkları coğrafyalardaki yıkıcılıkları da bu sırayı izler. Sonuncusu, yüzlerce milyon insan için katliam, açlık, aşağılanma, sömürü ve yoksulluk anlamındadır. Bu, bedeli ödenemeyecek kadar büyük bir insanlık suçu. O yüzden yüzleşmeye değil, görmezden gelmeye, unutturmaya, konuyu saptırmaya çalışıyorlar.

M.D.: Türkiye’de yaşamak desem?

Orhan Çetinbilek: Şurası açık, Avrupalıların egemenliğinin dışında bir yerdeyseniz, üzerinizde “üstün Avrupalılar” baskısını, ayrımcılığını, ırkçılığını hissetmezsiniz. Irk, Avrupalıların uydurdukları bir kavram, bilimsel olarak hiçbir anlam ifade etmediği gibi, Avrupalılar bunu uydurup dünyaya dayatmadan önce ne ırk ne renk vardı.

Dolayısıyla, Türkiye’de, Osmanlı’da ayrım genel olarak din-cemaat üzerinden yapılmış olmakla, Afrikalı Müslüman azınlığın (Avrupalılarla yaşayan ötekilere göre) esaslı sorunlar yaşamadığını söyleyebiliriz. Fatih İstanbul’u fethederken Afrikalı cengaverleri var, Osmanlı’da kadı, öğretmen, tacir, subay, harem ağası, vezir, saray edibi, sanatçı vb. pek çok Afroosmanlı var, Türkiye’de devlet nezdinde, orduda, hayatın her yerinde Afrotürkler var. Buradaki en önemli fark şu, bunlar en başından itibaren Avrupa ve kolonilerinde hiçbir zaman olmadığı kadar var.

Osmanlı’da köle pazarları, kölecilik Çerkez, Rum, Rus, Afrikalı, Gürcü herkesi kapsıyordu. Saniyen, kısa süre sonra azat geleneği köle ticaretini karlı olmaktan çıkaran bir şeydi. Savaş köleliği, köle ticareti yoluyla getirilmiş olanlar, savaşlarda taraf değiştirmiş olanlar, binlerce yıldır zaten toplum ve devlet olarak Anadolu ile derin bağları olan Libyalı, Sudanlı, Mısırlı ve Habeşlerin Osmanlı’da yaşayan üyeleri, Osmanlı ve Türkiye’deki Afrikalıların tarihini benzersiz kılıyor.

Türkiye’deki sorun, Afrotürk nüfusun çok az olmasından kaynaklanan bilinmezlik, TV’den ve diğer kaynaklardan Afrikalıların kölelik geçmişlerine ilişkin edindikleri yargılar vb. Bilinmezlik, İzmir, Aydın, Muğla, Antalya, İskenderun gibi yerlerde çok uzun süredir yaşayan Afrotürklerin, diğer illere gittiklerinde çoğu kere “yabancı” sanılmalarına yol açıyor. Okul kitaplarında da tek bir Afrotürk'ten bahsedilmeyince “yüzlerce yıldır toplumun içinde olan ama görünmeyen” bir topluluk gibiyiz. Ses sanatçısı Esmeray, yerli filmlerde oynayan birkaç aktör, uzun ve özel bir tarihe sahip bu topluluğun bilinmesi için yeterli değil elbette.

M.D.: Bizler tarihimizin kimi zaman bu tarz ayrıntılarına uzak kalıyoruz. Bilmeyen çok kişi olacaktır. Sizleri genellikle yabancı mı sanıyorlar?

Orhan Çetinbilek: Yukarıda yanıtlamış oldum bu soruyu. Afrotürklerin çok uzun zamandır yaşadıkları yerlerin dışında yahut bu yerlere sonradan göç etmiş olanların gözünde, bizler “çoğu kere bizimle İngilizce konuşmaya çalıştıkları” yabancılarız. Bazen eğlenceli bazen sıkıcı bazen sevimsiz bir durum.

M.D.: İlkokul, lise, üniversite yılları nasıl geçti? Çocukluğunuz nasıl geçti? Çocukluğun insanın anavatanı olduğuna inanırım.

Orhan Çetinbilek: Çocukluğum İzmir’in en eski mahallelerinde, bildik İzmirli keyfi, komşuluğu, dayanışması, sevgi-saygısı içinde geçti. İlkokulda okul birincisi, okullar arası yarışmanın üçüncüsüydüm. Lise arkadaşlarımla hâlâ görüşüyorum. Üniversiteli arkadaşlarımın çoğu zaten benim gibi avukat ve 25 yıldır adliyede birlikteyiz. Üniversitede birkaç arkadaşımla birlikte bir tiyatro ve edebiyat topluluğu kurduk. Çok güzel şeyler yaptık. Sonra Murat Belge, Enis Batur, Orhan Koçak, İskender Savaşır, Hüsamettin Çetinkaya’nın katıldığı bir panelin ardından Edebiyat Dostları Dergisi’nin yazarları ile tanıştık. O zamandan beri çok şey yazdım, yazmaya devam ediyorum.

M.D.: Hem bir hukukçu hem de bir edebiyatçısınız. Yazmak için nasıl zaman yaratıyorsunuz? Ben bazen zorlanıyorum.

Orhan Çetinbilek: Hukuk dili üst yapısal olduğundan felsefe ve edebiyat için aslen olumlu etkisi var, ama zaten hukuktan önce Biyoloji okurken “ben hukuk okuyup yazar olacağım” diye karar vermiştim.

M.D.: Siz kimleri okursunuz?

Orhan Çetinbilek: En güzel soru. En büyük atalarım Puşkin, Cervantes ve Shakespeare. Bu arada Rus ve dünya edebiyatını sonsuza dek değiştirmiş şair-yazar Puşkin’in dedesi Osmanlı Sarayı’ndan Rus Çarlığına hediye olarak verilmiş bir Afrikalı köledir.

Puşkin-Gogol-Turgenyev hattını severek okurum. Neruda ve Nazım Hikmet’ten asla vazgeçmem. Tiyatrosu anlaşılamadan solun modası geçmişse de Brecht büyük, çarpıcı ve öğreticidir. Orhan Kemal ilk göz ağrımdır, ardından Jack London gelir. Steinbeck, Hemingway sayılmasa olmaz. Aziz Nesin, Fakir Baykurt, Sevgi Soysal, Sabahattin Ali hemen aklıma gelenler.

Felsefe deyince benim antifilozoflarım müthiştirler: Spinoza, Nietzsche, Marks, Althusser, Lacan, Deleuze.

M.D.: Yazmaya ne zaman başladınız?

Orhan Çetinbilek: Hep yazıyordum sanırım ama asıl soru ne zaman kendimi “yazar” hissettiğimdir. İkinci romanım Poyraz’ı bitirdiğimde hissettiğim şeydi yazarlık.

M.D.: Kitaplarınızın bir derdi var. Dertsiz kitap mı olur, olmaz, değil mi?

Orhan Çetinbilek: İnsanoğlunu her tür kölelikten bilimle-sanatla kurtarmaya katkıda bulunmak gibi basit bir derdi var.

M.D.: Rosa ve Ejder… Zıtlıklar romanı. Nereden ve nasıl geldi kaleminize?

Orhan Çetinbilek: Dinlerin ve Batı Felsefesinin tarihi, bir tek şey üzerine kuruludur: Egemen erkek ve diğerleri. Bu aynı zamanda büyük yozlaşmanın da tarihidir. Yirmi birinci yüzyılın başında ancak “varlıklarını yeterince gösterebilme şansı bulabilen” kadınların, yabancıların, yozlaşmış erkek figürü karşısındaki duruşlarına bir bakıştır “Rosa ile Ejder”.

M.D.: Erkek şiddet demek midir? 

Orhan Çetinbilek: Erkek değilse de “erkeklik” yukarıda gösterdiğim çerçevede çok daha fazlasıdır. Şiddet, kibir, açgözlülük, bencillik, narsizm ve daha fazlası. Kısacası bir biçimde yaşadığımız barbarlığın kaynağı ve bizatihi kendisidir.

M.D.: Kanayan çok yaramız var. Romanlarınızda derin sularda yüzmeniz bundan dolayı mı?

Orhan Çetinbilek: İnsan yanımız kanıyor evet. O kadar ki, bir gök taşıyla bu dünya son bulsa keşke der olduk. Buradan çıkabilmenin tek yolu en derine inmek, en baştan başlamak, en basit olanı görmek, göstermek.

M.D.: “Hayat, kendine tutunma sanatıdır. Önce bunu becermeli” diyorsunuz. İnsan kendine nasıl tutunur?

Orhan Çetinbilek: Düşünerek ve öğrenerek ve önce düşünmeyi öğrenerek. Sonra sıra kendi yolunu, insanlarını bulmaya gelir. En yakın arkadaş da insanın kendisidir. Kişi kendini ihmal etmez, kendiyle mücadelesine ara vermez ya da yenik düşmezse, işte o zaman kendine tutunur. Evrenin doğası mücadeledir. Hayat kendi haline bırakılamayacak kadar önemli, zor, acımasız ve güzeldir.

M.D.: Dört kitabınız var. Rosa ve Ejder, Poyraz, Jena ve Belkıs. Her birinin günlerce konuşulabilecek konusu var. İyi ki aynı zamanda romancı oldunuz. Ama kitaplarınızı konuşmak için başka bir sayfaya geçelim mi?

Orhan Çetinbilek: İltifatınıza teşekkür ederim. Kitaplarım ve yazmakta olduklarım, 30 yıllık çabanın ürünü. Bu nedenle onlarla ilgili günlerce konuşabilirim. Başka sayfadan, sayfalardan gayri seçenek yok. 

Yorumlar

Popüler Yayınlar